12/12/2010

Gereksiz

Aslında kimseyi üzmek istememiştim. Kimsenin arkamdan ağlamasını, bana küfretmesini istememiştim. Vicdan azabı denilen talihsiz duyguyu yaşamak istememiştim. Zaten hangimiz isteriz ki?

Doğru ile yanlışın arasında geçen bir ömür. Varlığını kendisinden ziyade, başkalarına kabul ettirmeye çabalayan tek atımlık bir yürek. İşin sonunda da boşa geçen onca gün, hafta, ay. Belki de yıl. Geriye dönüp bakma isteği ancak her seferinde yaşanılan korkusuz korkak tripleri. İşin ucunda kendine olan saygı var elbette. Nasıl kendinize müsaade edebilirsiniz ki böyle bir anda? Nasıl kabullenebilirsiniz kaybetmeyi? İnsanlar sizin insan tarafınızı görünce neler düşünecekler hâlbuki?

İnsan her şeye rağmen kaybolmayı ne kadar çok seviyor. Gideceği yolların ne kadar kötü ve anlamsız yerlere çıkacağını bile bile devam ediyor yolculuğuna. Bazen ayağını sürterek ilerliyor bazen de koşa koşa. Zaman ve mekan kavramını kaybediyor bir anda. Sadece yolun akışına bırakıyor kendisini. Yere ufak ekmek kırıntıları bile atmaya üşeniyor “yolumu kolaylıkla bulurum” diye. Özgüven patlamasına maruz kalıyor, hayatı boyunca görmediği yollardan geçerken. Peki, ne uğruna kaybediyorsunuz hayatlarınızı? Gerçekten her şeye rağmen mutlu olmak yetiyor bu insana?

Neden gereksiz karalamalar yapıyoruz ki hayatlarımızda? Kendinizi aslında hiç olmadığınız bir karaktere büründürmek çok da zor olmasa gerek. İnsan doğasında vardır yalan söylemek. Söylediği yalanlar ile hayatını şekillendiren, güçlendiren. Bazen de her şeyi berbat eden. Gereksiz karalamalar yüzünden kendi hikayesini mahveden. Gereksiz karakterler yüzünden hikayesini çıkmaza sürükleyen. Nereye kadar sürebilir ki bu bahtsız bedevi tavırları. Kimi bekliyorsunuz ki; o zaman inanacaksınız hayatın, nefes almanın varlığına? Elinizden tutması gereken insanlar mı var zannediyorsunuz? Halen; aşıkların tren raylarının üzerinde can verdiklerini mi düşünüyorsunuz? Kendi gerçekliğinizde yaşamaktan bıkmadınız mı?

Kahvenin kokusunu tekrar almaya başlamıştı. Elleri ve ayakları dışarıdaki amansız fırtınaya rağmen titremiyordu. Düşünceleri hiç olmadığı kadar berraktı. Duvarında; çocukluğundan beridir var olan siyah noktalara bir kez daha gözü takıldı. Bu sefer hüzünlenmemişti. O noktaların varlıkları ilk defa huzur vermeye başlamıştı. Yavaş hareketler ile ayağa kalktı ve masasının üzerinde duran beyaz zarfı eline aldı. Siyah noktaların karşısına tekrar oturup zarfı tek seferde açtı. Kahvenin kokusu git gide uzaklaşmaya başlamıştı. Eski fotoğrafların arasında kaybolmak istemiyordu. Fotoğrafların arkasındaki kelimeler bile içindeki nefreti azaltmıyordu. Zarfın içindeki her fotoğraf gelecek için atacağını adımları azaltıyordu.
Gene vazgeçtim. Gene sıkıldım.

12/01/2010

Hayat

Sadece onun hakkında yazmak istiyordum. Kuracağım bütün cümleler, içimden geçen bütün kelimeler sadece onun için olacaktı. Kalp atışlarımdan fırsat bulduğum anda harekete geçecektim. Sakinleşmem uzun sürmedi, elime kâğıdımı ve kalemimi alıp kelimeleri dökmeye başladım.

Yıllardır aynı kalemi kullanıyordum. Umutsuzluğum, çaresizliğim, geçmişe bakamayacak kadar korkak oluşumu hep bu kalem ile resmetmiştim beyaz sayfalara. O sayfaları saklamak yerine yırtıp atmayı tercih etmiştim. Nasıl ve ne şekilde yazdığımı hiç hatırlamıyordum. Sadece o an ihtiyacım vardı ve yazmıştım. Belki de sadece o anı simgelediği için yırtıp atmıştım. İleride tekrardan okuyup o anı hatırlamamak için. Cümlelerin hiç biri aklımın ucundan dahi geçmiyordu. Sadece yeni düşünceler beynimin içerisinde fır dönüyordu. Sakinleşmem gerekirken, halen onun hakkında ne yazacağımı düşünüyordum. Özel olması lazımdı. Sadece onu anlatması lazımdı.

İstediğim gibi olmayacaktı. Elime kalemi aldığım andan itibaren bu düşüncedeydim. Gene istediğim cümleleri kuramayacaktım. Gene içimden geçenleri net bir şekilde kâğıda dökemeyecektim. En önemlisi; o gene yazdıklarımı okumayacaktı. Her geçen dakikada kâğıdı doldurma isteğimden uzaklaşmaya başlamıştım. Aklımda uzun zamandır var olan düşünceler yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Günlerdir zihnimin en berrak yerini işgal etmiş parazitler, yerini saçma sapan sonsuz bir boşluğa bırakmıştı. Hiç bir şey yazamıyordum. Keşke sadece yazamıyor olsaydım. Konuşmayı daha da kötüsü yeri geldi mi susmayı bile unutmuştum. Geçmişe çektiğim süngerin izlerini görmeye başlamıştım. Belki de üzüntümün en belirgin sebebi de buydu.

Hayatın zorluklarını kavramaya çabaladığımız anda; ondan aynı şekilde uzaklaşmaya da başlıyoruz. Bazı düşüncelerimizi elimiz ile koymuş gibi aktarırken; bazılarını da kelime oyunları ile süslemeye çalışıp karşımızdakine eziyet çektiriyoruz. Olduğumuz gibi değil de; olmak istediğimiz insana bürünüyoruz. İşin sonunda insanlar sizi görmek istedikleri gibi görmeye başlarken; siz aslında olmak istemediğiniz bir insan haline geliyorsunuz. Çok karmaşık değil aslında. Hayatı da, sevdiklerimiz ile aramızdaki ilişkileri de, kısacası etrafımızda olan biten her şeyi karışık hale getiren gene bizleriz.

Bugün mutluydum aslında. Hayatın bizzat kendisi ile yüzleşmiştim. Saf, mutlu ve temiz yüzü ile. Hiçbir şeyden habersiz, mutsuzluğun ve çaresizliğin ne olduğunu bilmeyen bir parçası ile. O sırada yaşadıklarımı ve hissettiklerimi anlatmak isterdim. Neden yazıyı bu hale getirdim bilmiyorum. Buraya kadar okuyan varsa özür dilerim. Bazen aslında anlatmak istemediğimiz şeyleri ağzımızdan kaçırabiliyoruz. Geriye dönüp baktığımızda da bomboş bir sayfa görüyoruz. Üstündeki yüzlerce kelimeye rağmen.

11/18/2010

Sayfalar

Boynumun ağrısı bütün vücuduma yayılmıştı. Bütün gücümü toplamak istiyordum. Elimden geldiği kadar sayfa geçmiştim hayatımda. Bir sayfa daha istiyordum sadece. Yeni, bembeyaz ve umut dolu. İnsanların ilgilenmediği, umursamadığı insan olmak istiyordum gene. Kimsenin karalamasını, yırtmasını istemiyordum eski yırtılmış, yıpranmış sayfalarım gibi.

Dışarıdaki soğuk giderek artıyordu. Hayatım boyunca ısıtmasını beceremediğim ellerim ve ayaklarımdaki titreme kontrolümden çıkmak üzereydi. Nasıl yaptığımı hala hatırlayamadığım kahvemin sıcaklığı sayesinde vücudumu az da olsa rahatlatıyordum. Şimdi önümdeki kitaba konsantre olabilirdim. Belki de yeni bir sayfa açabilirdim hayatımda uzun bir zamanın ardından. Bunun heyecanı bile içimdeki sıcaklığı daha da arttırmamı sağlıyordu.

Boynumu az da olsa kaldırmayı başardım ve sayfaları çevirmeye başladım. Ne kadar çok hata yapmışız hayatımız boyunca? Ne kadar çok etkilemişiz başkalarının hayatlarını? Kalbimizin derinliklerinde tutmakta zorlandığımız bu anıları beynimizin içerisinde ne kadar rahat tutabiliyoruz. İnsanlara ne kadar rahat anlatabiliyoruz bu olayları. Sayfaları çevirmeye, daha da derine inmeye başlayınca nasıl da utanıyoruz kendimizden, üzdüklerimizden. Nedense güzel anıları görmüyoruz o zaman. Sadece üzülüyoruz, sadece ağlıyoruz başka insanlara bakıyoruz ve onları kıskanıyoruz. Güzel anıları yok ediyoruz zihnimizden. Sert bir şekilde silgiyi vuruyoruz ne kadar bastırarak yazsak da. Peki, neden kötü anılar için bu kadar uğraşmıyoruz?

Uğraşmıyoruz çünkü sevilmek istiyoruz. Mutsuzluğumuzu, yaşadığımız kötü tecrübeleri anlatmaktan zevk alıyoruz. Karşımızdakinin gözlerinin içine baka baka anlatıyoruz dertlerimizi. Bazen o insanın derdini bile unutabiliyoruz. İnsan bencilliğinin sınırlarını zorluyor. Her geçen dakika daha da bencilleşiyoruz. Farkında olmadan ruhsal cinayetler işliyoruz. Kalp kırıyoruz, üzüntümüzü insanlara yayıyoruz. Peki, ne uğruna? Sırtımıza konacak bir el, yanağımıza değecek bir dudak için mi? Veya bugüne kadar çoğu kez duyduğumuz ama şımarıklığımız yüzünden duymaktan bıkmadığımız sözcükleri duymak için mi?

Boynumun ağrısı git gide artıyordu ancak vaz geçmek gibi bir lüksüm yoktu. Sayfaları çevirmeye başladığımda onunla karşılaştım. Çok eski bir yazı değildi. Yeni şekillenmeye başlıyordu zihnimin derinliklerinde. “Neden böyle davranıyorsun?” yazıyordu. Okumayı bıraktım. Bu sorudan sıkılmıştım. “Çünkü bencilim, insanım” diyemedim. Demek istemedim. Gerçeği söylemek ne kadar zor geliyordu insana haberiniz var mı? İnsanın kendisi ile böyle bir şey paylaşması ne kadar zor biliyor musunuz?

Başkalarından farklı olduğumu biliyorum. Bunca yaşanmışlığın içerisinde kendime kolay yer edineceğimi de biliyorum. Size cevap vermese bile, hayattaki varlığınızı umursama bile o sayfaları dolduracak bir insanın varlığı dahi içinizi umutla dolduruyor. O sayfaların hiçbir zaman boş kalmayacağını biliyorsunuz.

11/03/2010

Dakikalar

Dakikalar birbirini kovalıyor ve biz hala yalnızız. Yalnız olduğumuzda dakikaların nasıl geçtiğini daha iyi anlıyoruz. Anladığımız zaman fark ediyoruz ki çok yaşlanmışız. Ne tesadüf ki bunu bütün yalnızlar yapıyor. Kaç yaşında olursa olsun yaşlandık, bizden geçti artık diyorlar. Dalgaya vuruyoruz o sırada hayatı. Yaşlanmak sadece yaş ile mi belirleniyordu?

Yoksa düşüncelerimiz, olaylara bakış açımızla mı yaşımızı belli ediyoruz. Yaş diye bir kavram var evet. Doğduğumuz günü kutlamaya başladığımızda veya yeni tabir ile Facebook ta duvarımıza “iyi ki doğdun canıms” yazılmaya başlandığında doğum günümüzü kutlamaya başlıyoruz. Her sene bir kere bu ritüele alet oluyoruz. O gece 24.00’dan sonra da günü geride bırakıp normal insanların arasına katılıyoruz. Peki, gerçekten şu an bulunduğumuz yaşta mıyız?

Tecrübeler işte tam burada devreye giriyor. Hayatınıza giren insanlar, o insanların size yaptıkları veya sizin onlara yaptıklarınız. Kısacası üzerine düşünüp ders çıkarabildiğimiz bütün olaylar size tecrübe olarak geri dönüyor. Bu dönüş içerisinde yanlışlarımız ve doğrularımız birbiri ile çelişiyor. Kimisine göre doğru yaptığımız bir hareket, kimisine göre yanlış algılanabiliyor. Pek,i bu durum da algıların birbirileri ile olan farkları ile mi alakalı? Bana göre değil. Gene tecrübe burada devreye giriyor. Bir konu üzerine yorum yapacağımız vakit; yorumun tabanını tecrübelerimiz oluşturuyor. Bazen “başıma aynısı gelmişti” derken bazı zamanlar da bizim yaşadığımız bir olay olmasına rağmen “bir arkadaşın başına” diye cümleye başlıyoruz. Pek bir farkı yok aslında. Tecrübelerimiz yorumunuzu oluşturuyor. İlk adımınızı öyle atıyorsunuz.

Sonraki adımları algılar belirliyor. Eğer ki karşınızdaki algılarını tamamen açmış bir şekilde sizi dinlemeye başladıysa, algılar arasında çatışma da başlayacak demektir. Çatışma ortasında kalacak da yaşanılan olayın karakterleri olacaktır. Belki siz, belki de bir arkadaşınız.

Belki de o insanlar işte bu yüzden “artık yaşlandık hafız” şeklinde konuşuyorlar. Biyolojik yaşları her ne kadar tersini söylese de. Böyle anlarda dakikaların nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Duvardaki saate her tık ettiğinde baksanız dâhi, o saat sizin için inanılmaz derecede hızlı ilerliyor. Boş vermiş bir şekilde baksanız da, bütün dikkatinizi ona verseniz de zaman geçip gidiyor. Son 10 dakika neler yaptığınızı hiç düşündünüz mü? Peki, o son 10 dakikanızda yaptıklarınız sizi tatmin etti mi?

Herkese kötü davranıyordu. Hiç kimsenin yanında olmasını istemiyordu. Sadece kendisi olacaktı. Sadece tek başına kaldıracaktı dünyanın bütün yükünü. Gözleri kan çanağı gibiydi ve giderek yaşlarına teslim oluyordu. Yalnızlığın altından kalkabileceğini zannediyordu. Yalnızlığın kendisi için bir ilaç olacağını. Başkaları için intihar sebebi olan bu kavram onun kurtuluşu olacaktı. Duvardaki saatine uzun zamandır bakmıyordu. Hatta varlığını bile unutmuştu. Başını yavaş yavaş yukarıya kaldırdı saatine bakabilmek için. Saatine baktıktan sonra gözyaşlarına hâkim olamadı ve yere yığıldı. Bir eli ile ağzını kapatıyor, diğer elini yumruk yaparak yere hızlıca vuruyordu. Zamanın daha çabuk geçmesini istiyordu. Oraya oturduğundan beri belki de günler geçmişti. Ama onun için saat her zaman 10 dakika öncesini gösterecekti. 10 dakika öncesinde yapmıştı en büyük hatalarını. Bom boş bir odada günlerce tek başına oturarak her şeyin daha çabuk unutulacağını düşünüyordu ama olmadı. Güne yeniden başlamak istiyordu. Artık gün eskisi gibi parıldamıyordu odasında.

9/08/2010

Dalgalar

Yalnız geçen her dakika; daha da boğmaya devam ediyor bünyeyi. Geriye dönüp, ne kadar zaman geçtiğine bile bakamıyorum. Korkaklık da diyebilirsiniz, cesaret de. Bana soracak olursanız ikisi de değil. Etrafımdaki kaç insan; geçmişe meydan okuyup geleceğe umutla bakabiliyor ki ben bu işi becerebileceğim.

Güzel yıldönümlerimiz her daim aklımın bir köşesinde yer alıyor. O günleri tekrar yaşayamayacağımız gayet açık. Bu günleri aklımdan çıkartamıyorum çünkü kesinlikle eminim ki daha iyisini yaşamadan çıkartamayacağım. Bütün duygularımız için geçerlidir bu durum. İster üzülün, ister mutlu olun veya kararsız kalın. Daha iyisi veya kötüsü ile karşılaşana kadar geçmişinizde yaşattığınız anıları silemiyorsunuz. Kurtarıcısını arıyor bünye kısacası. Kurtarıcınız; bazen farkına bile varamayacağınız şekilde karşınıza çıkıyor. Bazen de kendini belli ediyor. İnsanlar arasındaki ne büyük farklardan biri de işte burada ortaya çıkıyor.

Acı çekiyorsunuz evet. O size veya siz ona büyük bir hata yaptınız ve cezasını ikiniz de çekiyorsunuz. Günler birbirini kovalıyor ve sizin bu kötü anıdan kurtulmanız için aklınızda tek bir düşünce kendine yer ediyor: Daha büyük bir acı çekmek.

Ne kadar mantıksız geliyor değil mi buradan okuyunca? Kendi geçmişinize dönün o zaman. Aynı düşünceler sizin de aklınızdan geçmemiş miydi? Sırf bu yüzden önünüze çıkan ilk insan ile ilişki yaşamayı düşünmediniz mi? Elbette yapmadınız böyle bir şey. Bize kalsa zaten dünya üzerinde en az hata yapan canlılarız. Yaptığımız hatalardan ders aldıktan sonra zaten gerisi mühim değildir. İstediğiniz kadar hata yapabilirsiniz. Öyle bir an geliyor ki; yaptığınız hatalar sadece basit bir “ders” sonucunda etkisinden kurtulamıyorsunuz. Yaptığınız hatalar; sadece sizi değil karşınızdaki veya etrafınızdaki insanları dahi etkileyebiliyor. Özür dilemek, ders aldığını söylemek bu kadar kolay işte. Bir insanın hatalarından ciddi şekilde ders çıkartabilmesi için geçmişe dönüp o günleri tekrardan yaşaması gerekiyor. Çektiği ve çektirdiği acıların farkına vardıktan sonra geçen günlerin ondan neler götürdüğüne dair kafasındaki soru işaretlerini cevaplayabilir. Bu cevaplar belki de ne sizi veya karşınızdakileri olumlu anlamda etkileyecektir. Amaç da tam olarak bu zaten.

Önemli olan; hatalarınızın farkına vardıktan sonra, etkilenen insanlar ile yapacağınız karizmatik bir konuşmanın ardından her şeyin düzelmesini beklemek değil. Elbette uzun sürecek. Elbette siz ve onlar egonuzun serin sularında, dalgalar arasında eğlenmeye devam edeceksiniz. İlk adımı kim atacak, ilk kim ezilecek diye karşılıklı olarak bekleyeceksiniz. Beklemek her zaman iki taraf için olumlu sonuçlar doğurmuyor. Bir taraf işin eğlence kısmı ile günlerini geçirmeye devam ederken; diğer taraf da günler hatta aylarca kafasını yoracak bir sürü mantıksız sual ile mücadele edecek. Mücadele sırasında karşısına çıkacak insanların maskelerinin altındakileri göremeyecek. Ne olursa olsun mantığı ile karşısındaki insanlara kurtarıcı gözü ile bakacak. Onları sevecek, onların her zaman yanında olacak ve onların da onu yalnız bırakmamasını isteyecek. İşin sonunda bomboş bir odada tek başına kafasını dağıtmak için elinden gelebilecek bütün imkânları kullanacak.

Dalgalar üzerine doğru geldikçe daha da mutlu oluyordu. Daha önce bu kadar zevkli bir an yaşamış mıydı gerçekten hatırlamıyordu. Etrafında sevdiği insanlar vardı. Onları gerçekten seviyor muydu yoksa sırf yanında oldukları için mi onlara iyi davranıyordu. Düşüncelerden uzak durması gerekiyordu. Dalgalar düşünmeyi sevmezdi. Peki; o şuan ne yapıyordu? Sevdiği insanlar yanında mıydı? “Gerçekten en azından benim kadar mutlu mudur?” diye kafasından geçirdi. Onun için üzülmeye başlamıştı. “Neden bu kadar küçüldük, çocuklaştık” diye aklından geçirdi. İşte tam bu sırada dalgalar onun daha da küçülmesini istemedi. İnsan boyunun çok üstünde bir dalga onu, iyiliğini ve bütün masumiyetini alıp götürdü. Geriye basit bir kukla kaldı. Sahibini bekleyen, sahibi için her şeyi yapacak basit şuursuz bir kukla.

7/31/2010

Harikalar Diyarı

Son birkaç gündür düşüncelerim ile çelişiyorum. İnsanı insan yapan refleksleri hakkında kafamı kurcalayan o kadar çok detay var ki. Hangi birini anlatmak için uğraşayım gerçekten bilmiyorum. Affetme duygusu, ego, umursamazlık… İsterseniz size uzun bir liste yapabilirim. İşin güzel kısmı ise; her geçen gün yaşam karşınıza sizin veya yakınınızda duran birisinin özelliklerini çıkartıyor. Bazen bu size inanılmaz acılar verebiliyor. Bazen de yaşadığınız veya paylaştığınız bu deneyimin sizin için ne kadar özel olduğunun farkına varıp, kendinizi şanslı hissediyorsunuz. Bu durum; insanın hayata olan bakış açısı ile değişkenlik gösterebilir.

Çoğu kez aklımdan geçen bir düşünceyi paylaşmak istiyorum. Acı çekmek; birçok canlı türünde karşımıza çıkan bir duygudur. Bazen fiziksel, bazen de ruhsal anlamda bizi etkileyebiliyor. İnsanın kendi varlığının farkına varma süreci de acı çekme evresi ile paralellik göstermektedir. Acı çekmeye başladığınız anda (ruhsal olarak) vücudunuzun tepkileri, insanların size olan bakışları vb konularda değişkenlik gözlemliyorsunuz. Aslını isterseniz etrafınızda veya vücudunuzda herhangi bir değişkenlik olmuyor. Acıdan kıvrandığınız bu zamanda kendinizi ve sevdiklerinizi savunmak için ufak bir kalkan yapıyorsunuz. Aslında buna ufak bir dünya da diyebiliriz. Yaşadığımız evrenden tamamen ayrışmış bir dünya. Siz ve sevdikleriniz yaşıyor. Sadece onları görüyorsunuz veya sadece kendinizi. İşte böyle bir durumda kalem sizin elinizde oluyor. Her şeyi siz hazırlıyorsunuz. Acıları, sevgileri, umutları. Etrafınızdaki veya üzerinizdeki bütün değişiklikleri de gene siz hazırlıyorsunuz.

Daha önce de belirttiğim gibi; yarattığınız her şey sizin yaşadığınız dünyaya olan bakış açınıza göre şekilleniyor. Her şeyden nefret eden, insanlara değer vermeyen bir insanın aklında yarattıkları da aynı paralellikte şekilleniyor. İçinde fazla heyecan, karakter ve mekânın geçmediği ufak bütçeli kısa filmler gibi. İnsanların çok sevdiği birisi de olabilirsiniz. Yarattığınız dünya o kadar kalabalık ki kendinize zaman ayıramıyorsunuz. Kendi düşünceleriniz, hayalleriniz, kısacası aklınıza gelebilecek herhangi bir şeyi gönül rahatlığı ile yapamıyorsunuz. Hayatınız fazla kalabalık çünkü. O kadar kalabalık ki kafanızda yarattığınız o ufak ve savunmasız dünyada da insanlar kendilerine yer edinmişler. Filmin içerisine ne kadar karakter sokarsanız, kendi filminizde dâhi kadrajda yer edinmeniz bir o kadar zor olur.

Tedirginim evet. Hala da çözemediğim bazı konular var. Daha da kötüsü; çözdüğüme kesinlikle inandığım konular hakkında aslında hiçbir bilgimin olmaması. Her geçen dakika daha da kendiniz ile kavga etmeye başlıyorsunuz. Gözlerinizden akan uykuya inat sabahın ilk ışıklarına kadar düşünmeye, yeni fikirler üretmeye devam ediyorsunuz. Sabahın ilk ışıkları size yeni günü sunduğu zaman; aslında ne kadar saçma bir şey yaptığınızın farkına varıyorsunuz. Gökyüzü, güneş, insanlar. Aslında her şey aynı. Dün de sabahlara kadar oturup neden-sonuç ilişkisi içerisinde kafanızı paralamıştınız. Her geçen gün hayatınızda gereksiz gördüğünüz bazı şeyleri hayatınızın dışına atmanız gerekirken, onların içerisine daha da düşüyorsunuz. Kendi dünyanızdaki umutları, hayalleri kısacası size şuan sıra dışı gelen her şeyi sadece bir günlüğüne kenara bırakmayı hiç düşündünüz mü? Hayatınız aslında size neler getirdiğini ve daha da fenası sizden neler götürdüğünü hiç merak etmiyor musunuz? Yoksa hala kendi harikalar diyarınızda uzun soluklu hayallerin pençesinde güneşin ısıtan sıcaklığını karşılamaya devam mı edeceksiniz?

7/18/2010

Sorular

Kalbinizin attığı her saniye size ne kadar özel geliyor değil mi? Yaşamanın verdiği doyumsuz tad. Yarın ne olacağını bilmeden yaşamak ve günü heyecan ile geçirmek. Gözünüzü açtığınız andan itibaren yaşadığınız şeyler son derece sade geliyorsa insanlıktan çıkmak üzeresiniz demektir. Sizin için her şey basitleşmeye doğru yol alıyor ve bunun size en büyük getirisi de hayatın aslında ne kadar sıkıcı olduğunun farkına varmanız.

İnsanoğluna doğuştan gelen bir özelliktir bu aslında. Memnuniyetsizlik, mutluluğu başka yerlerde arama dürtüsü. Günün her saati melankolik olma isteği ve sonunda kafayı yastığa koyup normal insanlar gibi uyumak. Günü somurtarak veya etrafınızdaki her şeye lanet okuduğunuzda bile siz de onlar gibi savunmasız kalabiliyorsunuz işin sonunda. İşin sonunda siz de farkına varıyorsunuz ki gerçekten hatalıyım. Bir insan hatalı olduğunun farkına vardığı an vardır ki belki de bir insan için en güzel duygulardan birisidir. Elbette ki ilk başlarda onun için hiçbir anlam ifade etmez bu durum. Şurası kesin ki hata yapıyoruz. Yaptığımız hatanın varlığı bizi ne kadar tedirgin etse dahi, elinde sonunda ona alışmak zorunda kalıyoruz ve benimsiyoruz.
Onu kaybettiğimden beridir bu duyguları yaşıyorum. Aslında kendimi hiç hatalı hissetmiyorum. Ama hala da içimdeki bazı duyguları kendime yediremiyordum. Beynimin içerisinde öyle büyük bir savaş vardı ki. Her seferinde savaşın galibi değişiyordu. Sonuç olarak da büyük bir boşluğun içerisinde kalıyordum. Her geçen dakika beni daha fazla sıkıştırıyorlardı. Artık eskisi gibi olamayacağımız bile bile onu tekrar görmek istedim. Eskisi kadar güçlü değildim çünkü. Onu ikna edecek cümleler dökülemezdi dudaklarımdan. Onu tekrardan sevecek gücü bulamıyordum kendime.

Gerçekten tek sebep bu muydu? Kendimi kandırmaya o kadar alışmışım ki. İnsanların beni sevmeyeceklerinin çok farkındaydım ve bambaşka bir insan yarattım onların kafalarında. Beni sevmeyeceklerinden korktuğum için, tam onların seveceği türden bir insan yarattım. Onları kandırdıkça aynadaki yansımam da yavaş yavaş yok oluyordu. Onları her kandırışımda sanki başka bir insan için nefes alıyordum, ağlıyordum, gülüyordum. Zamanla her şey kontrolümden çıktı. Dört duvar arasında kendim ile hesaplaşırken bile kendimi kandırmaya devam ediyorum. Sorun onu sevmek için güç bulmam değil. Korkuyorum. Onunla ilgili her şeyden. Bana dokunmasından, gözlerimin içine bakmasından, konuşmasından. Beni tekrar umutsuzluğa, yalnızlığa düşürmesinden korkuyorum.

Sorular. O kadar çok soru var ki aklımda. Üzerimdeki ağırlık her geçen gün daha da artıyor. Kafamı kurcalayan her soruya cevap bulmak yerine başka sorular üretmeye başlıyorum. Her gün sabahın ilk ışıkları gözüme çarptığında kalbimdeki ağırlık beni her geçen gün daha da umutsuzluğa sürüklüyor. Onunla yaşadığımız her şeyi bir anda unutmak istiyordum. Her dakikasını, her saniyesini. Şimdi farkına varıyorum ki içimdeki en büyük korku belki de bu. Bir sabah gözlerimi açtığımda onunla ilgili hiçbir şeyi hatırlayamamaktan korkuyorum. Onu özlemeyi, onu gördüğümde tekrar ve tekrar âşık olmayı kısacası onunla ilgili her şeyi kaybetmekten korkuyorum. İnsanı insan yapan şey gerçekten hata yapmasıdır. Peki, seçim yapmak nedir? Bir insanın seçim yapması ve belki de büyük bir kumara girerek her şeyini kaybetmesi.

Saatler giderek ilerliyor ve önümde dolu bir sayfa var. Her geçen dakika yeni kelimeler ekliyorum sonuna. Her geçen dakika nokta kullanmadan virgüller ile uzatıyorum cümlelerimi. Cümlelerim uzadıkça içimdeki korku artıyor. Onun hakkında yazdıklarımı gördükçe kendimden daha da uzaklaşıyorum. Herkesin sevdiği özellikle onun sevdiği insan olmaya doğru ilerliyorum. Neden böyle bir düşünceye girdim ki? Neden sırf bana sevgi duysun diye içimdeki beni öldürdüm ki? İnsanların bana saygı duymasını beklerken neden kendime olan saygımı kaybettim ki? Yepyeni bir sayfa ümidi ile içimden geçenleri kağıda dökmeye çabalarken neden durmaksızın soru işareti koyuyorum ki cümlelerimin sonuna?

6/07/2010

Üç Nokta

İstemeden de olsa onu üzdüğümün farkındaydım. Çok uzun zamandır yaşadığımız güzel günler bir çırpıda yerini yalnızlığa bırakmıştı. Hayatım artık eskisi kadar yaşanılası bir halde değildi. Her sabah uyanmadan önce gözüme çarpan güneş artık eskisi kadar aydınlatmıyordu odamı. Karanlık ve solgun bir dünyaya doğru yol alıyordum.

Bir insan için ne kadar kolay bir şeydir kaybetmek. Kazanmanın verdiği doyumsuz tad kadar görecelidir aslında. Bazı insanlar; sadece birilerinin kalbini kazanmak için hayata tutunurlar. Kazanamadıkları zaman hayata küsmeden yollarına devam ederler. Bazılarımız da kaybetmeyi kaldıramayacak kadar kendini beğenmişlik uzmanıdırlar. Basit bir kaybetmekten bahsetmiyorum burada. Dünya üzerinde sizi siz yapan herşeyi kaybetmekten bahsediyorum. Aileniz, dostlarınız, sevgiliniz. Bir insan neden herşeyi bir kalemde silmek isteyebilir ki? Çok bu yalnız kalmak istiyorsun? “Yalnız başıma da dünyayı idare edebilirim” düşüncesi mi var aklında? Bazı kişisel sorunlarımız için her zaman geri dönüş yolu vardır. Siz isteseniz de istemeseniz de o yol sizi bulur ve bir anda üzerinde yürümeye başlarsınız. Bu yolu sizin önünüze koyan kişiler de hiç kuşkusuz az önce saydığım kişilerdir. Peki, onlar olmadığı zaman ne yapacaksınız? Yalnızlığı seçmek ne kadar kolay geliyor insanlara. Farkında olmadan etrafınızdaki herkesi, herşeyi silmeye karar veriyorsunuz.

Hayata üç nokta koymak gerçekten çok kolay. Bir devamlılık olacak evet. Ama nasıl olacak ve sizi nereye götürecek? İşte tam burada başlıyor hikayemiz. Bizi biz yapan bütün ayrıntılar işte tam burada gizli. Ayrıntıları aramaya başladıkça hayatımız biraz daha renkleniyor. Bugüne kadar kaçınız yapmak isteyip de yapamadığınız bir şey gerçekten yaptınız? Kaçınız hayatınızı renklendirmek için uğraştınız? Belki hiçbiriniz, belki hepiniz. Karanlık bir odada uyandıktan sonra kaçınız güne mutlu bir şekilde devam edebildiniz? Yüzünüze çarpan yağmur hanginize suçluluk duygusu aşıladı?

Pişman değilsiniz elbette. Etrafınızdaki insanlar her gün başka bir sebepten dolayı üzülüyorlar. Yaşadıkları olayları başkalarına anlatıyorlar ve onların güzel sözler söyleyip kendilerini rahatlatmalarını istiyorlar. İnsanoğlu bencillikte hiçbir zaman sınır tanımayacaktır. Her geçen gün etrafınızdaki bir insanın sizi farklı bir açıdan üzdüğünü farkedeceksiniz. Ona bu durumu anlattığınız zaman ya size saldırmaya başlayacak ya da sizi dinlemeyecek. Her iki durumda da kaybeden gene siz oluyorsunuz. Onun gözünde siz; aslında gerçekleri söyleyen kocaman bir yalancı. Sizden duymak istediği sözler bunlar değil ki. Onu mutlu edecek sözler söylemelisiniz. Onu desteklemeniz lazım, her ne kadar yaptıkları büyük bir hata olsa bile. Onu sevmeniz, onun hep yanında olmanız lazım. Her ne kadar olmak istemeseniz bile.

Özel insanlar elbette olacaktır. Kimisi ileride çok sevdiğiniz bir insan olur. Kimisi yanınızda ayırmak bile istemediğiniz çok iyi bir arkadaşınız. İnsanoğlu her geçen gün daha da bencilleşiyor. Her geçen gün daha da egosuna yeniliyor, kalbi yerine onu dinlemeye başlıyor. Doğru insanları bulmak gerçekten zor değil. Doğru insanları, doğru zannettiğiniz insanların arasından çekip almak gerçekten zor değil.

Karanlık yerini aydınlığa bırakmak üzereydi. Pencerenin kenarına oturmuş etrafı seyrediyordum. Dışarıda yavaş yavaş parıldayan güneşin yüzümü ısıtması o kadar güzel gelmişti ki. Sabahın o ilk ışıkları odamın içerisini sarmaya başlamıştı. Güneş yavaş yavaş hayatımı sarmalayan gerçekliği yok ediyordu. İstediğim gerçekten bu muydu bilmiyorum. İnsanoğlu bazen gerçekleri görmek istemiyor. Etrafındaki sahte dünyayı sonsuza kadar unutmak istiyor. Her gece uykuya dalmadan önce hayalini kurduğu gibi bir dünya istiyor.

5/30/2010

Son Kez


Rüzgâr son bir kez sert bir şekilde esmişti. Etrafımdaki bütün sesler yok olmuştu. Sadece senin gidişini duyabiliyordum. Benden uzaklaştığın her adımda geri dönme ümidin daha da kayboluyordu. Her zaman yanımdaydın ama ben seni görmemek için çok uğraşmıştım. Seni görmeme rağmen hakettiklerini sana yaşatamamıştım. Şimdi uzaklara baktığım zaman seni daha iyi görüyorum.

Hayal ettiğimiz gibi değildi. Belki de bazı insanların hayal kurmaması lazım. Düşünceleriniz bir anda değişiyor ve sadece yüreğinizi dinlemeye başlıyorsunuz. Hayal kurmak zihinsel bir şey değildir aslında. Yüreğinizden o sırada geçen bütün düşüncelerin gözlerinize yansımasıdır. Gerçekleşmesi imkânsız düşüncelerdir aslında. Zihin çemberinden o kadar kolay geçerler ki mantık dediğimiz olguyu da kaybederiz bir anda. İşin sonunda mutluluktan çarpan bir kalp kalır geriye. Geleceği düşünmeyen, düşsel bir dünyada çırpınan iki insan. Sadece hayalgücünün ışığında ısınmaya çabalayan iki yürek. Başlarda herşey ne kadar güzel görünüyordu değil mi? Sadece sen ve o. Hiçbirşey sizi korkutmayacaktı, hiçbir rüzgâr sizi ayıramayacaktı.

Gözlerine son kez bakıyordum. Günlerimi harcadığım, her gece yatmadan önce hayalini kurduğum gözler bunlar değildi. Akan yaşların arasından içindeki mutluluğu görmek için o kadar uğraşmıştım ki. Çünkü o mutluluğu belki de son kez görecektim. Bilinmeyen bir zamanda görüştüğümüzde o mutluluğun sebebi ben olmayacaktım. Günler geceleri kovalayacaktı ve ben gene seni düşünecektim. Her nefes aldığım saniyede seni tekrar yanımda isteyecektim. Gözlerinin içindeki seni görecektim yanımda olmasan bile.

Hayal ettiğimiz gibi değildi. Mutlu olmak için çok uğraşmışız demek ki. Gerçekler yanımızda duruyordu ve biz hiçbirini göremedik. O kadar sarhoştuk ki. O kadar kendimizi soyutlamıştık ki. İlk tokadı yediğimizde bile ayyaşlığa devam ediyorduk. Kim bilebilirdi ki bu kadar bağımlı olacağımızı birbirmize.

Gözlerine son kez bakıyordum. İçindeki seni görmeye çabalıyordum ki sen ilk defa buna engel oldun. Gözlerini kapattın ve başını öne eğdin. Etrafımızdaki bütün renkler solmaya başladı. İnsanlar artık daha da farklı görünüyorlardı. Hepsi gerçekti. Aslında onlar her zaman yanımızdaydı. Kendi dünyamıza almıyorduk onları herşeyi istediğimiz gibi sonuna kadar yaşayalım diye. Benden uzaklaştığın her adımda etrafımdaki herşey daha da gerçek görünmeye başladı. Senin kurduğun dünyada artık olamayacaktım. Onlar gibi sıradan bir insan olacaktım senin karşında. Evet, gerçekten biz ve bizim gibi insanların artık hayal kurmaması lazım.

1/10/2010

Perdeler ve Hayaller

Onu ilk gördüğünüz anda herşeyin değiştiğini ve hayatınız boyunca sadece onu yaşayacağınızı zannettiniz değil mi? Nefes aldığınız her saniye onu düşünecek, gözlerinizin onu görmediği her dakika onu daha da fazla özleyecektiniz. Onu kaybetseniz bile geri kazanmak için insanüstü bir çaba göstereceksiniz. İnsanların en büyük savaşı genelde bu yüzden oluyor.

Hepimiz zarar görebiliyoruz. Özellikle ruhsal anlamda. Hepimiz ağlıyoruz ve bir şekilde suçu başkalarına veya Tanrı’ya atıyoruz. Hayatım boyunca hiçbir şeye üzülmedim veya hiçbirşeye ağlamadım diyen bir insanı dikkate almanıza bile gerek yok. Hayata tutunmak için, hayatın gerçeklerini görebilmek için bazen de üzülmeniz gerekiyor. Acı gerçekler ile karşılaşmanız gerekiyor. Farkında olmadan birisini üzmeniz ve bunun bedelini ödemeniz gerekiyor. İç dünyanızda huzur dolu bir hayat yaşamak için mücadele verirken, yalnızlığın o soğuk duvarları arasında zor da olsa nefes almanız gerekiyor. Yaşayacağınız her güzel tecrübenin bir o kadar da kötü bir bedeli vardır. Özlediğiniz şeyler, beklentileriniz veya hayattaki en büyük amacınız gerçekleşmediği zaman o kahreden üzüntüyü hissetmeniz lazım. Üzüntüyü içinize atıp yok olmasını beklemek yerine, o soğuk duvarların arasında ayağa kalkmanız ve elinizden geldiği kadar ısınmanız lazım.

Bugün perdeleri hiç açmadım. Dışarıda güneşin doğduğundan bile haberim yok. Evdeki bütün saatleri geriye almıştım yatmadan önce. Uyandığımda saatin gerçekte kaç olduğu, sabah mı yoksa akşam mı olduğunu bilmiyordum. Biliyordum ki yaşadığım onca olayın ardından saatin kaç olduğunu bilmek benim için önemli değildi. Daha da kötüsü; güneşin huzur veren sıcaklığını bile hissetmek istemiyordum. Ayağa kalktığım zaman karanlığın odama çöktüğünü farkettim ve az da olsa hala gece olduğuna dair bir his uyandı içime. Belki de yanılıyordum. Belki de; bütün bu soğukluğun ve karanlığın sebebi etrafımı çevreleyen duvarlardı. Birşeyleri hissetmek istiyordum. Ne yapmam gerektiğini bilmeden kafamda aklıma gelen ilk düşünceyi onaylıyordum fakat aradan birkaç dakika geçtikten sonra yanıldığımı farkediyordum. Perdeleri kapatıp hiç açmayan da bendim ancak dışarıda olup biteni merak eden gene bendim. Acaba güneş gene insanların üzerinde onlara umut veren bir gülümseme ile mi duruyordu? Belki de yağmur yağıyordu birçok insanın nefret ettiği gibi hem de.

Bugün ben yoktum aslında. Bugün ben dünya üzerinde yaşayan birisi gibi davranmayacaktım. İnsanlarla aramda uzun mesafeler olacaktı. Hatta kendimle aramda bile. Sıkıntım da tam burada başlıyordu. Kendimi dinlemeyecektim bugün. Aldığım kararları onaylamayacaktım. İstediğim şeyleri yapmayacaktım. İçimden geldiği gibi yaşamayacaktım bugün. Merak edecektim acaba insanlar dışarıda neler yapıyor diye. Bir taraftan elimi perdenin ucuna götürmek isterken, diğer taraftan da kendimi durduracaktım. Kendi içimde kendimle kavga ederek patlayacaktım belki de. Sınırlarımı bilmiyordum belki de bu düzen bana göre değil. Belki de gözlerimi kapatmam lazım. Beynimde dolaşan bütün düşünceleri elime almam ve onları okumam lazım. Belki de rüya görmem lazım kimbilir. Uzun zamandır isteyip de yapamadığım birşeydi. Yatağa uzanıp gözlerimi kapatacaktım ve gerisi gelecekti. Peki ya gelmezse?

İnsan farkına varıyor ki; kendi yaşadığınız sorunlardan daha kötü sorunlar da var. Aynı rüyayı bütün hayatınız boyunca gördüğünüzü düşünsenize? Her gece, her dakika, her saniye. Gözlerinizi kapattığınız anda başlıyor ve kan ter içinde uyanıyorsunuz. Her gece. Uyandığınızda duvarların soğukluğu ve karanlığı yüzünüze çarpıyor ve siz uyandığınızdan emin bile olamıyorsunuz. Kendi cehenneminizi kendiniz yaratıyorsunuz. Hissettikleriniz bilinçaltında oluşuyor ve size tekrardan sunuluyor. İsteseniz de istemeseniz de bu böyle.

Onu tekrar düşünmeye başladım. Yatağımda öylece uzanıyordum ve göz kapaklarım artık direnmeyi bırakmıştı. Biliyordum ki artık onu rüyamda görmek bile birşey ifade etmiyordu. Onu bu soğuk duvarların arasında beklemek de. Ona göre ben sadece tek gecelik bir rüya gibiydim. Benim için o hayatımın sonuna kadar görmek istediğim bir hayaldi. Düşüncelerimi daha fazla bilinçaltıma atmadan ayağa kalktım. Perdelere doğru büyük bir iç huzur ile yürüdüm ve iki elimde tutarak sonuna kadar açtım. Dışarısı kapkaranlıktı. Rüzgar bile esmiyordu. Farkettim ki hala bıraktığım yerdeyim. Aslında hiç uyumamışım. Aslında yaşadıklarım rüya değilmiş.